Dakikalardır boş sayfaya bakıyorum. Aslında sayfa bile değil, bir tür beyaz kağıt üzerine yazdığınız sanrısı yaratan malum bilgisayar programı var ya, o işte. Çocukluğundan beri kedi bakan olan biri olarak, her bilgisayarın başına oturduğumda masamda biten kedimin hallerini anlatmaya kararlıyım. Gel gör ki, eş dostla sohbet ederken konuyu her seferinde kedilere getirme yeteneğine haiz olmama rağmen, iş yazmaya geldiğinde kilitlenip kalıveriyorum resmen. Umutsuzca bilgisayarımın yanına yayılmış kedime bakıyorum. Perde inmiş sağ gözünü şöyle bir aralayıp patisini caps tuşunun üzerine koyuyor, kendisinden bahsetmeye çalıştığımı ama beceremediğimi anlıyor sanki. ‘Boşver’ diyor bakışlarıyla, ‘Ben zahmet edip tamir ettirmediğin için her açtığında güveç kabı gibi ısınan bilgisayarının yanı başında mutluyum, hele bir de şöyle bir türlü erişemediğim kulağımın tam omzumla birleştiği yeri hafiften kaşısan, ben mutlusu yok dünyada.’ Sadece kelimelerle ikna olmayacağımı bilecek kadar uzun zamandır beraber yaşadığımızdan, keyfini ispatlamak için şöyle bir boynunu uzatıyor elimin yanına. Pes ediyorum artık; yazıya hayrım yok, bari kedimi mutlu edeyim... Taleplerine itaat gösterip, tam kulak altından hafifçe okşamaya başlıyorum. Ödülüm her zamanki gibi gürültülü mırlamalar tabii.
Günlük ilgi ihtiyacının giderildiğine ikna olduğunda, her balkondan düştüğünde bir dişini feda etmiş, sokakta geçirdiği çocukluk günlerinde aldığı şiddetli darbe yüzünden bir gözüne perde inmiş ve bir türlü tam olarak iyileşmemiş, ismiyle beraber ismine yakın sesteki her kelimeye heyecanla koşan 12 yaşındaki kedim, benim ihtiyar kızım masamdan yatağımın üzerine zıplayıp kıvrılıyor. İstediğini aldı nasıl olsa, ondan keyiflisi yok şimdi! Ben tekrar önümde bomboş duran sayfa bozuntusuna bakıyorum. I-ıh, bu gece hayal gücüm olabildiğince kesat; ben de yazı çabasından vazgeçip kedimin yanına kıvrılıyorum. Şöyle hafifçe kenara kayıyor ben yorganı kaldırıp da ona artık gitmesi gerektiğini anlatmak istediğimde, sonra gayet kendinden emin bir edayla kalkıp yorganın altına giriyor. Kararını çoktan vermiş, bu gece beraber uyuyacağız! Ben aklımda yarım kalmış işlerin sıkıntısıyla, bölük pörçük bir uykuya dalıyorum.
*
“Rüyamda lisemin yanından geçen caddenin tam köşesindeyim. Hava tipik bir Ankara sıcağı; göz kamaştıran bir sarı sıcak sarmış her yeri. Tam köşede, güya bir otobüs durağı varmış, yakın bir arkadaşımla o durakta oturmuş bir yandan sohbet edip diğer yandan otobüsün gelmesini bekliyoruz. O anda önümüzde kara kuru bir çocuk beliriyor. Kara kuru dediysem lafın gelişi değil, sanki güneşte fazla kalmış da kuruvermiş Amasya elması gibi; ufacık, rahatsız edici derecede zavallı ama bir o kadar da yapışkan görünümlü bir çocuk. Sinir bozan bir sırıtış ve ısrarla arkadaşıma elindeki sepetten yumurta satmaya çalışıyor. Arkadaşım zaten sıkılgan, hele ısrara hiç gelemez; bir türlü çocuğa yumurta almak istemediğini anlatamıyor. O bunaldıkça, çocuk daha çok sırıtıp daha çok ısrar ediyor. En sonunda ben, elindeki yumurtaları alırsam bizi rahat bırakacağını düşünüp, sepetinin tamamını almak istediğimi söylüyorum. Şöyle bir küçümseyerek bana bakıyor, eğer müşterisi bensem sırt çantasında taşıdığı diğer yumurtaları da almam gerektiğini söylüyor. Ben önce adil alışveriş hakkı üzerine bir nutuk çekiyorum, kar etmeyince de ayaklanıp çocuğun üstüne yürüyorum. Çocuk ben ayağa kalkınca daha bir ufak tefek görünüyor gözüme, üzerine yürüdüğümü anlayınca korkup iyice büzülüyor dehşetli bir suratla.
Ben tam zavallı bir çocuğu bu kadar korkuttuğum için üzülürken, arkadan benden biraz uzun, zayıf ama çevik görünümlü bir kız çıkıyor. O bir kenara büzülüveren çocuk, kızın geldiğini fark edince aslan kesilip efelenmeye başlıyor. Kızdan korkmama rağmen, sırf çocuğun başkasından aldığı güçle kabadayı kesilmesine sinirlendiğimden geri adım atmıyorum ve olan oluyor: Yumurtacı çocuk bir anda üzerime atılıyor ve kavgaya tutuşuyoruz.
Kavga dediysem öyle kedi yavruları gibi topak olup birbirimizi tırmaladığımızı düşünmeyin sakın! Benim elimde uzun, düzgün şekil verilmiş bir sopa beliriyor birdenbire ve ben çocuktan gelen tüm atakları bu sopayı kullanarak savuşturuyorum. Ama ne kullanma! Meğer benim pilates sınıfında böyle savunma dersleri de öğretiliyormuş; ben de bir tür ‘Son Hava Bükücü’ olmuş döktürüyorum! Bir yandan yaptığım afili hareketlere şaşarken, diğer yandan arkamı kolluyorum: Zira benim yumurtacının ekürisi elinde sivri bir bıçakla orada dikilmiş, bana saplamak için fırsat bekliyor. Ben bir yandan ondan sakınmaya, diğer yandan durup durup üzerime atılan çocuktan kurtulmaya çalışıyorum. Ve bir anda ortalık karışıyor: Çocuk son bir kez üzerime atılıyor, ben onu savuşturmak için söyle bir hareket yapıyorum ki, tehditkar kızla ikimizin arasında kalıyor: Kız ise kavganın çok uzadığına karar verip bitirme hamlesini yapmış ve bıçağını çekmiş ama heyhat! Bir anda bıçak kurtarmak istediği çocuğa saplanıyor ve çocuk oracıkta ölüyor. Hem ben hem de kız şaşkınlık içinde yerde yatan çocuğa bakıyoruz. O anda bir otobüsün üzerimize doğru geldiğini fark edip kaldırıma sıçrıyorum, kıza da kaldırıma çıkmasını söylüyorum ama o sadece boş gözlerle arkasına dönüp tam ona doğru gelen otobüse bakıyor ve... O da otobüsün altında kalıyor. Otobüs geçip gittiğinde ise ne o ne de çocuktan eser kalmamış...
Ben önce bomboş bir beyinle olay mahallini seyrediyorum bir süre. Aslında dolaylı yoldan katil olduğumu söylüyorum kendime; sonra da onların da beni öldürmeye çalıştığını hatırlıyorum. ‘Hayat için ne istersen, sana onu verir’ diyorum omuz silkerek: Can almak istersen, can verirsin...
*
Sıçrayarak uyanıyorum. Sıçramamla çoktan kolumun boşluğuna olabildiğince ergonomik bir biçimde kıvrılmış kedim de uyanıp bana bakıyor. Ardından bacaklarını yattığı yerde öne doğru esnetip, uykusuna geri dönüyor.
Ben ise beni umursamaz bir katil yapmış bilinçaltımın dehşetiyle başbaşayım o anda. Böylesine kan revan içinde bir rüyanın ‘ne ekersen onu biçersin’ tadında, alabildiğine derinlikten uzak bir Karma mesajı için tasarlanmış olamayacağını düşünüyorum. Rüyanın etkisinden kurtulabilmek için sırt üstü uzanıp gözlerimi açıyorum: Hava aydınlanmaya başlamış, dışarıdan yeni yeni uyanan kuşların sesi geliyor. Bu sabah şamatası biraz rahatlatıyor beni ama o anda aklıma çivi gibi batan bir başka düşünce tüm rahatımı bozuyor: Ben daha yazımı yazamadım! Sıkıntıyla duvara doğru dönüyorum, çocukluğumdan beri yatağım sağ yandan düşünme duvarıma dayalı halde uyurum ben. Duvarın göz hizamdaki noktasına odaklanıp düşünmeye başlıyorum: Bilgi Karasu’nun ‘Ne Kitapsız Ne Kedisiz’’inden bir alıntı yaparak başlayayım mesela, sonuçta bu yazıyı aslında hayat düsturumu özetleyen bu kitaba, ve elbette ki Karasu’ya teşekkür etmek için yazmak istemiştim ben! Yerimden kalkıp kitaplığa yöneliyorum ve en üst raftan, 15 yılın hırpalanmışlığını üzerinde taşıyan baskısını alıyorum elime. Okurken kendime yakın hissedip yanına mim koyduğum cümleleri tarıyorum şöyle bir, alıntılayacağım ya! Ama yok, o cümlelerin Karasu’ya ait olması fark etmez; fazlasıyla benim olmuşlar onca zaman içinde, paylaşmak gelmiyor içimden.
Bu arada güneş iyice yüzünü göstermeye başlamış, odamı o hiç hoşlanmadığım ısrarcı sabah güneşi dolduruyor. Güneşten kaçmak için, yeniden yorganın altına giriyorum. Bu kez de az önce gördüğüm rüyanın anlamsızlığı aklıma geliyor tekrar ve afakanlar basmış halde yerimden kalkıyorum.
Perdeleri sıkı sıkı kapattıktan sonra bilgisayarı açıp başına oturuyorum; düşünerek gelmeyen kelimelerin parmaklarıma dökülüvermesini umarak. Yok, ‘kedi’ dememle beraber kaçıyor bütün kelimeler, ne yapsam yakalayamıyorum.
Sonra aniden Adorno’nun ‘Rüya Kayıtları’ kitabını okuduğum zaman geliyor aklıma. Okurken, Adorno’nun bilinçaltını herkesin gözü önüne serecek kadar kendine güvenmesine hayran olmamı hatırlıyorum sonra. Ben yapabilir miydim acaba böyle bir şeyi? Rüyamı yeniden düşünüyorum ve birden kelimeler üşüşüyor beynime. Hevesle yazmaya başlıyorum, bu ay kedimi ve kitaplarımı anlatma sözü verdiğim dergimin, içinde kedi ve kitapların geçtiği bir rüya kaydını da kabul edeceğini umarak...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder