Yirmi birinci yüzyılın başlarında yetişkin olmak çok ilginç. Bir kere bu en başta yirminci yüzyılın sonlarında doğmuş olduğunuz anlamına geliyor: Yoksa bir dünyanın yıkılıp yenisinin kurulmasına şahit olduğunuz mu deseydim?! Kırmızı rengin en büyük kötülüklerin anasının simgesiyken, iç çamaşırı kataloglarının iç gıcıklayıcı enstrümanı haline düşüşünü izlemişsinizdir mesela... Aslında teker teker sıralamaya çalışmanın ne anlamı var ki, sahip olduğumuz her şeyin bir anda ‘demode’ oluşunu, ‘işlevsiz’ kalışını, ‘amaan sen hala orada mısın bunların zamanı geçti’ yaftasını yiyişini izlemekten ibarettir, uzun süre önce raf ömrü daha uzun olan plastikleriyle değiştirdiğimiz ’çağdaş’ hayatlarımız.
Şimdi, böyle kocaman kocaman cümleler kurunca modern hayatın pesyayeliği hakkında, benim çoktaan kibirini de yanına alıp şehre tepeden bakan kulesine çekilmiş bir münzevi olduğumu düşünebilirsiniz - ki böyle bir durumda ‘hahaaayt!’ olur vereceğim yanıt. İşbu satırların yazarı çifter çifter cep telefonlarıyla dolaşan, beş yaşından beri bilgisayar kullanan; ilk arabasını alma hayaliyle para biriktiren bir zamane sefilidir ey okur!
Zamane, içinde yaşadığı dünyanın girdabında dönüp durduğu ve buna hayat dediği için ama en çok sefil, girdabın bilincinde olduğu halde değiştirme cesareti gösteremediği için. (Emekli olunca çocukluğumun kasabasına yerleşip organik domates yetiştirme hayalim de, bu gerçeği değiştirmiyor ne yazık ki.)
Zamane, içinde yaşadığı dünyanın girdabında dönüp durduğu ve buna hayat dediği için ama en çok sefil, girdabın bilincinde olduğu halde değiştirme cesareti gösteremediği için. (Emekli olunca çocukluğumun kasabasına yerleşip organik domates yetiştirme hayalim de, bu gerçeği değiştirmiyor ne yazık ki.)
*
Her neyse, kişisel hezeyanlarımı bir kenara bırakırsak söylemeye çalıştığım şu ki, iki binli yılların ilk yarısında var olmaya çalışmak pek de öyle kolay değil. Sürekli olarak yapıp – yıkıp, yeniden yapıp yeniden yıktığımız çocukluğumuzun meşhur oyuncağı gibi hayatlarımız. Tüm hayatımız ve hayatımızı var eden maddeler, ilişkiler, düşünceler ile birlikte bu yapıp-yıkma ve asla beğenmeme hali bedenlerimize dönük olarak da geçerli ki, hayatında en azından bir defa olsun rejim yapmayı denemeyen veyahut bir spor salonuna yazılmayanımız neredeyse yok gibi.
İşte bedenini yıkıp-bozup yeniden yapanlardan biri de benim! Allah için, henüz patolojik bir noktada değilim, ancak bu pek çok insan gibi benim de aklımdaki mükemmellik balonuna ulaşmaya çalıştığım gerçeğini değiştirmiyor yine de. Nasıl o mükemmelliğin aslında ‘balon’ olduğunu bilmek, onu patlatmak için yeterli olmuyorsa...
İşte bu pek bir şişmiş balonumun etkisi ile bir pilates kursuna yazıldım birkaç ay önce. (Asıl amacım kendimce şekle girmek velakin iyi kötü okumuş yazmış aklım sırf bu sebepten ter dökmeyi niyeyse kendine yediremediğinden güçlü kaslar, dirençli metabolizma üzerine uzun konuşmalar yapmaktayım hala sorulduğunda; çaktırmazsanız sevinirim). Zaten benim gibi genel olarak topluluk içinde ilgi çekmekten hoşlanmayan, ortak çalışmalarda genel başarısı vasat altında kalan biri iseniz, toplamda tanımadığınız on kişi ile beraber birbirinden tuhaf şekillere girmek için, sağlıklı yaşam arzusundan daha sağlam bir motivasyon aracına ihtiyacınız var demektir. Hele de içinde bulunduğu durumun ne kadar salakça olduğunu söyleyen aklınız, eğitmeninizin büyük bir rahatlıkla sıraladığı ‘Sık, bırak, sık bırak... Popolar sıkı, göbek içeride... Belimi kaldırdım, indirdim....’ ve daha nice söze feci biçimde takılmışsa, hayalinizdeki o sıkılıp bırakılmaz olmuş popo hatta dümdüz görünen karın kasları bile yeterli olmuyor motivasyonu sürdürmek için; yaşadığım yeterli uzunluktaki deneyimime dayanarak söyleyebilirim bunu.
İşte eğer siz de benim gibi içinde sıra sıra dizilmiş şeytanlarından muzdarip olanlardan iseniz, size tavsiyem benim yaptığımı yapmayın: Ders sırasında çalan müziğe dikkatinizi vermeye çalışmayın! İşler daha da sarpa sarıyor, hem de öyle böyle değil.
Hemen anlatayım:
Hemen anlatayım:
Malum, spor salonlarının her biriminde aktiviteye uygun müzikler çalar. Fitness salonunda mesela genelikle aynı tempoda ve aynı 4/4’lük ritmde devam eden, genellikle elektronik, çoğu zaman yüksek sesli ve her zaman civarımızdaki baz istasyonlarından arta kalan son sağlıklı beyin hücrelerini de yok etmeye yeminli ‘bir tür’ müziktir tercih edilen. Bir sebepten step sınıfına dahil olduysanız mesela, çalan gençlik yadigarı şarkılarıyla, ‘90’lara denk gelen ergenliğiniz boyunca annenizin aslında size ne kadar sabır gösterdiğinin farkına varıp yaşamınızda ayrı bir eşik atlama ihtimaliniz de yüksektir.
Velakin pilates sınıfında tercih edilen müzikler, sizin ayrı bir dünyaya geçiş yaptığınız hissine kapılmanıza neden olabilir –özellikle de soyunma odasından pilates sınıfına giden yolda fitness salonundan geçiyorsanız. Zira burada tercih edilenler genelde ‘bir tür Uzak Doğu müziği herhalde’ diye düşündürme amacı gütmüş, oysa ki esasında yalnızca yirmi yıl önce pek bir popüler olan ‘syhntisizer’ların pan flüt ile su borusu arasında sıkışıp kalmış ses tonunda ‘icra edilmiş’ tanınan, pek tanınmayan ve adı duyulmamış şarkılardan ibarettir. The Righteous Melody’nin ‘Unchained Melody’, Gone With the Wind filminin her karesiyle beraber akla kazınmış meşhur ‘Tara’s Theme’ melodisi, bu film müzikleri serisini tamamlamak üzere ise Bryan Adams’ın ‘Everything I Do’ şarkıları, birbirinden ilginç (ama hepsi son derece sakin) pek çok melodinin arasından akıp gider. Yani, en azından benim kursun favori albümünde, öyle.
Fakat o daha önce bahsettiğim içinizde sıra sıra dizilmiş şeytanlar yine de hazır bekler aradan sıyrılacak bir münasip an bulmak için; ve o da ne? Tüm bu popüler ve/ya yarı popüler şarkılar arasından Mozart’ın 21 no’lu piyano konçertosunun pek bilinen parçası kulağınıza çalınmakta! İşte bu, tüm o şeytanların zincirlerinden kurtulup ortalığa saçıldığı andır: Bir anda ‘Popüler denen şeyin ne olduğunu asla unutma’ nasihatini babasından sıkı sıkıya almış Amadeus yanınızda çılgın peruğuyla ‘sıkıp bırak’ırken şirazesi kaymış hayal gücünüz sayesinde, diğer yandan o disiplinli yapısıyla bilinen baba Leopold’un, oğlunun iki yüzyıl sonra, pilates sınıfında dahi eserleri çalınacak kadar popüler olmasından, hatta söylemeden edemeyeceğim ayağa düşmesinden memnun olup olmayacağını düşünmeye başlanıldığı andır. İşte her şeyi yıkıp bozup kendine göre yeniden yapan ve bunun adına ‘hayat’ diyen yirmi birinci yüzyıl, sizin en çok konuşkan orkestrasyonu yüzünden sevdiğiniz Mozart eserlerinden birini akıllara zarar bir yeteneksizlikle synthesizer’a kurban edip varlığını hatırlatır en çok unutmaya çalıştığınız anda bile. Ders biter, siz az biraz sıkılaşmış kaslarınız, hasar görmüş müzikal keyfiniz ama en çok moderniteye kurban gidişine yas tutan ruhunuzla kala kalırsınız.
Ve sonra son teknolojiyle donatılmış bilgisayarınızın başına oturup modern yaşamın önüne çıkan her şeyi nasıl çiğneyip tükürüverdiğine ağıt yakar, o ağıdı da yayınlansın diye 8 mphz hızına yükselttiğiniz internet bağlantınız sayesinde derginize yollarsınız...
*Bu yazı ilk olarak Milliyet Sanat dergisinin Eylül 2010 sayısında yayınlanmıştır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder