Ne kadar yorgun olduğunu yazsa mesela; durup bir nefes almanın nasıl bir his olduğunu unutacak kadar yorulduğunu. Sebebi belirsiz bir hayhuyun içine savrulurken, nasıl da kendinden (bile) kopup gittiğini. Bütün düşüncelerinin kesif bir sisin altında kalmışçasına belirsiz, ince çizgilerden ibaret kaldığını. İçini biraz olsun ferahlatacak duygularını ne zaman aramayı denese, hepsinin meşgule düştüğünü ama öfkesinin hep hattın diğer ucunda, en ufacık bir sinyali beklediğini…
Bu
kadar yorgun ve bu kadar öfke dolu oluşunu engelleyemediği için kendine ne
kadar kızdığını anlatsa mesela. İçine ekmeyi denediği tüm iyimserlik
tohumlarının filizlenmeye bile fırsat bulamadan ezilip gitmesine engel olamadığını
yazsa…
Tüm bunlara rağmen, tüm bu darmadağınıklığına rağmen, bir şekilde susmayı başardığını da yazsa ama.
Ne zaman yazsa?
Hemen
şimdi mesela. Ya da yarın. Dün niye yazmamıştı ki zaten? İçinde, oradan oraya
savrulan sözlerin dağınıklığından korkmayı bıraksa bir an evvel ve kelimelerine
örgütlü mücadelenin gerekliliğini öğretebilse, bir aradayken ne kadar güzel
olduklarını hatırlamalarını sağlasa. Hep yazsa, hiç susmasa…
Sesle
beden bulmaya korkan kelimeleri, harflerle zırhlanıp ayrılsalar içinden. Ruhunda
sıkışıp kalmış sözlerin ağırlığından böylece kurtulsa, hafiflese, rahatlasa…
Nerede yazsa?
Şuralarda
bir yerlerde mesela. Sakin bir ağaç altında, Hakkından daha fazla gürültü
çıkarmayan bir cafede,
(çünkü şamata da huzur kadar haktır ve herkesin arada bu
hakkını kullanma hakkı saklıdır ve kazanılmış haklar geri alınamaz ancak haklar
başka hakların sınırlarının ihlal aşamasına kadardır ve belki de tüm bunların
yazarı şu anda sarhoştur mamafih akışın kontrol dışılığı sözlerin doğruluğunu
bozmak zorunda değildir velakin bu bambaşka bir yazının konusu olabilir. Bitti.
Şimdilik.)
ışık
fukarası odasının bir köşesinde veya patronu her an çıkıp gelecek olmasına
rağmen işyerinde; tam da mesainin orta yerinde.
Fiziki mekandan bağımsız olarak, ruhunun içinden geçen sesler korosuna
teslim olduğu herhangi bir yerde oturup yazmaya başlasa. Ne yazdığını düşünmeyi bıraksa, neden
ve ne zamandır yazmadığını düşünüp
kendine kızmayı da bıraksa, nerede
yazdığını da hiç umursamasa ve sadece yazsa. Kelimeler birbiri ardına eklenip cümleler
oldukça, fersah fersah yol almış gezginin keyfini yaşasa…
Nasıl yazsa?
Bak işte
burası önemli: Tüm yazdıkları gerçek olsa ve herkes uydurduğunu sansa.
(Konuşmayı denediğinde de öyle sanmıyorlar mı zaten?) Veya bir kocaman
kahramanlık hikayesi uydurup her yanını alabildiğine sahtekar renklerle boyasa;
daha kendi ruhunu bataklıktan kurtarmayı başaramamış ne kadar nevrotik varsa,
hepsi dünyayı kurtarma hayalleri içinde okusa yazdıklarını ve hepsi içlerindeki
“süper!” gizli kahramanı keşfetmenin karşı konulmaz boşalmasını yaşasalar.
Ömrünü bir hiçlik sarmalı içinde yaşayan bu “süper!” lerin hepsi, geldiklerin
anlık zevkin doruğundayken ilk kez bir şeyler hisseder gibi olmalarının
coşkusuyla, okuduklarının gerçek
olduğuna inansalar. Tüm bu nafileliğin içinde bir kez daha ‘ya sabır!’ deyip
yaşamak zorunda kaldığı için içi sıkılmasa.
Gereğinden
fazla sahip olduğu gerçekçiliğinin kendisinin sorunu olduğu kabul etse, mevzuyu
uzatmasa, ‘nasıl yazarsa yazsa’, ama mutlaka yazsa…
Kim yazsa?
Kim bilir…
BONUS: 6N+2K
Veya bir aklı karışığın lafı toparlama denemesi
İnsanoğlu
böyledir: Matematiği sevmez ama hayatını basitleştirecek formüller bulabilmek
adına matematiğe sığınmaya bayılır. (Hayatını basitleştirebileceğini sandığı
her şeye bayılır aslında) Son tahlilde, her şeyin kesin ve tek ve değişmez sonucunun olduğu varsayımsal bir dünyada ‘iki
kere iki dört’ eder ve bu konudaki tüm tartışmalar beyhudedir. Hayat bazıları
(çoğu) için düz bir çizgiden ibarettir ve sadece ‘A noktasından B noktasına
giden’ tek bir sürücünün varacağı noktadır ilgilendikleri problemler. Kişisel
havuzlarını dolduracak olası musluklar çoktan kapatılmış, mevzu çözülmüştür ne
de olsa.
Heyhat,
hayatın zıpçıktı iblislerinden kurtulmak o kadar da kolay değil! Tek hapla
ruhun aydınlığa kavuştuğu, iki seansta istenmeyen tüylerden kurtulunduğu, tek
bir raylı sistem ile kıtalararası yolculuk yapıldığı ve çağın tüm PR
ustalarının ‘aman da her şeyin artık ne kadar kolay olduğunu’ anlattığı bir
yaşamda, ademoğlu da her denklemi önceden bellediği formüllerle çözebileceğini
varsayar elbet.
Velakin,
çok fena yanılır. Hem de çok fena. Hayat her meseleyi önceden öğrendiği ‘kesin’
bilgilerle çözebileceğine inananlara ‘nanik’ yapmayı çok sever. Denklemler
bilinen tüm çözüm formüllerini altüst edecek kadar uzayıp giderken insanoğlu
çaresizce sorar kendine: Nereden
düştüm buraya? Kime uydum, kimden öğrendiğimi
tartışmasız doğru belledim de geldim bu noktaya?
Soruların
cevabı kişiye göre değişse de çözüm yolu değişmez: Hayat denen muammada, bazı
soruların cevabının kimde gizli
olduğunun bilinemeyeceği kabullenilir.
Ve
yola devam edilir.
Yazılsa
da, yazılmasa da…
Tanışık buldum satırlarınızı... Siz yazın efendim tek kişi de olsam okurum...
YanıtlaSil<3
YanıtlaSil