Elektriklerin sık sık kesilmesinin olağan sayıldığı günlere denk geldi çocukluğum. Mutfakta, ocağın hemen solunda asılı duran idare lambasının düzenli olarak gaz yağı ile doldurulduğu günlerdi o günler (Sahi, ‘gaz yağı’ nereden alınır şimdilerde?). Üç kollu gümüş şamdanın vitrine kaldırılmasına ve oradan bütün salona, tacını çoktan yitirdiği halde pelerinini sırtından çıkarmamakta ısrar eden bir kralın acısınası görüntüsüyle bakmasına da çok vardı daha.
Dediğim gibi, sık sık elektriklerin kesildiği günlerdi o günler ve evin ‘karanlıktan korktuğu için idare lambasının ışıdığı minicik oturma odasından çıkamayan velakin ilkokul öncesinin bendine-sığmayıp-taşan enerjisiyle düz duvara tırmanan’ küçük kızının (yani bendenizin) zaptedilmesi gerekmekteydi aynı zamanda. Evin bu en küçüğünün dahil olmak için her an çabalayıp durduğu halde bir türlü kabul edilemediği ‘Büyükler Kulübü (BÜYÜK B ile)’ bir üyesini bu zaptetme görevini yerine getirmek için vazifelendirilmekteydi anlık olarak, her üye kendi zevkini oyun adı altında rahat rahat kakalasın diye. Yaş itibariyle aynı eylemi tekrar ve de tekrar ve de tekrar yapmaktan asla sıkılmayan bu tek küçük (olabildiğince- bir türlü büyüyemeyen bir küçük k ile) günün talihlisinin yanına koşmaktaydı hevesle. Liste belli; her birinde azami zevk garantiydi zaten:
- En küçük büyük -yani abla ile; Biz aslında oğlan çocuğuyuzculuk (Bu konuda Freudyen yorumlar kotamızın çoktan dolduğunu bildirir, gözlerinizden öperim),
- Ortanca büyük –anne ile; Al bu dolu şişeyle boş şişeyi, al bir de üstlerine huni, dök suyu bir birine bir diğerinecilik (anne ‘evin tek küçüğü’ ile bolca vakit geçirmenin verdiği deneyimle, bu dünyanın en anlamsız oyununun ona manyakçasına zevk verdiğini keşfetmiştir çoktan)
- Büyük bıyıklı büyük –yani baba ile; Hadi toto oynayalım, çıkarsa sana akülü araba alırımcılık.
Sonuçta her seferinde oyuna çıkan ve elektriklerin geri gelip tüm o büyüyü bozacağı ana kadar hevesle peşinden koşulan tüm bu zevklerin içinde bir tanesi vardı ki, tadı elektrikler gelse dahi bozulamadığından bir başka değerliydi:
Büyük B ile Büyükler Kulübünün asbaşkanı anneanne ile Masal anlatayım mı sanacılık. Tadı bozulamazdı bu anların 21. Yüzyılın güdük şehir hayatının kurulmasında en büyük sorumlulardan olan elektriklerin gelip kendini hatırlatmasıyla; zira o idare lambasının titrek ışığında öyle bir dünya kuruluverirdi ki gözümün önünde, ne gücünü geri kazanan kristal avize, ne sahip olduğu tek kanalı anlamsız bir gururla yeniden bağırtmaya başlayan televizyon bozabilirdi bu cânım rüyayı.
İşte böyle, zaten havalarda dolaşmaya pek meraklı hayalperest aklım, anneannem tarafından hepten allanıp pullanarak geçirdim o günleri.
*
Hayalperest bir çocuk olmanın bir takım yararları ve de zararları var. Şöyle ki, eğer hayal dünyası renkli bir çocuk iseniz, iki çomak – üç taşla oyun kurma yeteneğiniz sayesinde günlerinizi bir an bile sıkılmadan geçirmeniz mümkündür (sıkılmaya daha bir tedrisat boyu yol vardır).
Gelin görün ki bu iki çomak – üç taşı oyuncak olarak görme kabiliyetiniz bazen onların aslında ‘sadece taş ve çomak’ olduğu gerçeğinizi kabullenmenizi zorlaştırabilir –ki bunun ergenlik yansıması ‘hayat dediğin ne ki zaten’ şeklinde olacaktır. Hele bir de hem gereğinden fazla hayalci, üstüne bir de dünyanızı anlattığı hikayelerle, masallarla süsleyen bir anneanneye sahip iseniz, tezahürü ilerleyen yaşlarınıza kadar sürecektir, benden söylemesi. Üstelik öyle ufak tefek, ruhunuzun münasip bir köşesine tıkıştırıp kurtulabileceğiniz bir huy da değildir bu hayal-perestlik; yemek masasının altında kendi sarayını kurmuş bir kral/içe iseniz çocukluğunuzda, olgun çağlarınızda bir türlü maaşınızı vaktinde ödemeyen iş yerinde ‘ben zaten sadece bu işi sevdiğim için çalışıyorum ki’ diyerek dolaşmanız da mümkündür, aman diyeyim.
Ama ola ki bu yeteneği bir şekilde ehlileştirmeyi başardıysanız, kuvvetle muhtemel sanatla, özellikle de edebiyatla ‘seviyeli bir ilişki’ yaşayacağınız kesin gibidir. Oyunların oyun, masalların masal olduğunu bilecek kadar büyüyen aklınız, modern zamanların adına ‘şehir hayatı’ dediği saçmalığa entegre olmuş olsa da, ruhunuz her daraldığında atacaktır kendini kitapların serin gölgesine.
Atacaktır atmasına da, muhtemelen bu kaçışlarında da çocukluğun o –şimdiki hayatınızdan fersah fersah uzakta kalmış- şekerli tadını arayacağınızdan, içinde bol miktarda beton, metal ve benzeri bulunan bilim-kurgu ve macera ve polisiye ve benzeri tarzlar da, hoşlansanız bile gözbebeğiniz olamayacaktır hiçbir zaman. Çünkü sizin seçiminiz yıllar yıllar önce, anneannenizin ‘etin ite, otun ata’ verildiği, tebdil-i kıyafet dolaşmak gereği hasıl olduğunda görülen ilk münasip ebemkuşağının altından geçerek cinsiyet değiştirildiği ve sorunun kökten halledildiği masallarla belirlenmiştir zaten. Hele hele o anneanne, beş yaşında küçücük bir çocuk iken bırakıp geldiği, suyun öte yanındaki köyünü de masal gibi anlatmış ise, içinde bilgisayarların, gökdelenlerin, helikopterlerin/uçakların, üstün özellikli otomobilerin; hatta cep telefonlarının geçtiği eserler uzak gelecektir size. Çünkü amacınız zaten tüm bu modern yığıntının istemediğiniz kadar bulunduğu gerçeklikten, hayatınızdan kaçmaktır bir süreliğine: Kaçmak ve bir romanın huzurlu gölgesi altında soluklanmak, her şeyin dijital bir karşılığının bulunduğu hayatınıza tahammül gücü toplamak adına.
Yani bunca laf salatasıyla demek istediğim odur ki; çocukluğunu Trakyalı anneannesinden masallar dinleyerek geçirmiş bir çocuk iseniz benim gibi, bilim kurgu ve akrabası türler favoriniz olmayacaktır asla. Te o ka’!
Bu yazı ilk olarak, Milliyet Sanat dergisinin Temmuz 2010 sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder