Dünya, Dünyam ve Ben

Moda’da bir çay bahçesinde oturuyorum. Sahile tepeden bakan, Moda’nın meşhur çay bahçesi... Küçük kamelyacıklar yapmışlar burada, içine fiskos masasından biraz daha büyük bir yuvarlak mermer masa ile üç sandalyenin ancak sığdığı; daire biçiminde, metalden bir kamelya. Metal sütunların arasından geniş aralıklarla yine ince metal şeritler geçiyor; tepesinde ise şeffaf plastikten bir kubbesi var.

*

Küçük fanusa oturur oturmaz buzlu çay istiyorum garsondan. “Limonlu mu?” diye sorduğunda seviniyorum, marka haline gelmiş İngilizce ismini söylememe gerek kalmadan anladığı için siparişimi. Ancak sevincim kursağımda kalıyor ne yazık ki; içinde bir parça olağan dışı kalın kabuklu bir limonla “bildiğimiz çay” gelince masama. Kendi ülkemde soğutulmuş çay içebilmek için buzlu çay demem kafi değil; “ice tea” demeliyim, bir kez daha hatırlatıyor bana bunu çay bahçesinin garsonu anlayışsızlığıyla. Siparişimin bu olmadığını söylemek için yüzüne bakıyorum ve düşünüyorum; benim kültürüme ait olmayan bir içeceği kendi dilimle sipariş etmeye çalışmam bir çelişki değil mi? Garson beni kendi çatışmam ve aslında bu sıcakta hiç de içimin çekmediği çayımla baş başa bırakıp gidiyor. Çatışmalarım ve sıkışmışlığımla...

Tepemde ruhsuzca asılı duran plastik fanusa bakıyorum tekrar. Tutup da o kadar masa içinde en bir sahte, en bir “şehirlisini” seçmemin o kadar da anlamsız olmadığını düşünüyorum. Sahi, bizim hayatımız da bu koca şehirlerde plastik fanusların içinde geçmiyor mu zaten?

*

“Medya ve Toplumsal Cinsiyet” dersinin vizesinden önce arkadaşlarla kantinde çalışıyoruz. Ders toplumsal cinsiyet üzerine olunca, haliyle ana konumuz feminist akımlar ki, ders çalışma adı altında kendi hayatlarımızı tartışıyoruz. Masada o anda tek kadın benim.(Kadın? Kız? Sahi, erkek kelimesindeki cinsel yaşan(ma)mışlık vurgusu, bu iki kelimedeki kadar yoğun mudur?) Arkadaşlarım her ne kadar makul davranmaya çalışsalar da, sonuçta bunca yıldır neredeyse genlerine işlemiş ataerkil fikirlerden bir kalemde kurtulamıyorlar. Genel fikir şu hepsinde; “Sosyal eşitlik elbette olmalı ama, aramızdaki fiziksel farklılıklar da hayatımızı etkiliyor tabii. Kadının da erkeğin de yapamayacakları belli. Doğal olarak ayrım var yani!”

Belki kelimeler birebir bunlar değil,ama lafın özü aslı bu. Onlara, beton binalarda oturup metal makinelerle oradan oraya yolculuk etmemizin doğallıkla ne kadar alakalı olduğunu hiç tartışmazken, iş cinsel kimliklerle belirlenen toplumsal rollere geldiğinde bu gözü kara doğallık savunmasının sebebini soruyorum. Bir süre yüzüme bakıyorlar: ya tam olarak ne demek istediğimi anlamadılar ya da toplumsal cinsiyet meselesine bu taraftan vuran bir kadına daha önce rastlamadıkları için şaşkınlar.

En sonunda içlerinden biri sıyrılıyor suskunluğundan, “Belki de,” diyor “modern çağda insan doğasına dair elimizde bir tek cinselliğimiz kaldığından bu kadar ısrarcıyız bu ayrımlarda; hem kadın hem erkekler olarak.”

Doğru ya da yanlış, sonuçta samimi bir cevap bu, en az suskunlukları kadar. Eh, ne de olsa ben okulda penis ve vajina kelimelerini tırnak içine almadan konuşabildikleri tek kızım, bu kadarcık samimiyeti hak ediyorum artık!

*

Plastik fanusumun üstüne oturtulduğu metal çemberlerden birinin üstüne, küçük bir serçe konuyor. Yerdeki çimen yeşili halı ve plastik – metal harmanı şehirli deniz havası kaçamağımın içinde küçük bir şaka gibi! Aceleyle masanın üstüne bakınıyor, işine yarayan bir yiyecek olmadığını görünce de uçup gidiyor.Yiyecek arandığını biliyorum zira bu çay bahçesini daha önceki ziyaretlerimde, serçe kolonilerini çift kaşarlı tostla beslemişliğim de var. Kendi doğalından çoktan kopmuş hayatımda, insan dışı canlılarla ilgilenerek özümü yakalamaya çalışıyorum.

Hatta o kadar ki, bazen insan-dışı canlılarla ilgilenme hevesim modern hayata tutunma direncimin azalmasına neden oluyor. “Keşke” diyorum, “Gitsem kimseciklerin olmadığı bir dağ başına, kendime orada bir hayat kursam. Ne yetişirse topraktan onu yesem, toprağı daha fazlası için zorlamadan. Doğduğum günden beri bağımlısı olduğum bütün hayatı ardımda bıraksam; giyinmesem, konuşmasam...” Ama en çok konuşmasam.

Kedim tek bir “miyav”ın yüzlerce farklı tonlamasıyla derdini bir güzel anlatabilirken, gelişmiş zihniyle kedimden (ve tüm canlılardan) ayrılmakla övünen insanoğlunun, milyonlarca kelimeye rağmen kendini anlatamadığını düşünüyorum; ve bunu düşünebilmek için bile acizce o kifayetsiz bulduğum kelimelere sığınmamı, sığınmak zorunda kalmamı. Sonra dili bile modern hayatın dayatması olarak görürken, “buzlu çay” ile “ice tea” arasındaki farka kafamı takmanın da anlamsız olduğuna karar veriyorum.

Aslında sipariş etmediğim olağandışı-kalın-kabuğu-olan limonlu çayım bitiyor, ben yapış yapış İstanbul sıcağının altında düşüncelerimi kovalarken. Ve ben ne beton, ne metal, ne plastik, ne dil ne de başka bir sebep; beni doğamdan uzaklaştıran esas sebebin bu düşünce karıştırıcı sıcak olduğuna karar verip hesabı istiyorum...

3 yorum:

  1. çay bahçesinin hemen altında akasya ağaçları ile ağaçlandırılmış deniz havasına da hayli yakın olan çimenlik bir alan var.modern dünyanın sahte doğallığına sözüm yok zaten plastik fanuslar aşağıya inme cesareti olmayanlar için özellikle yaratılmıyor mu?

    YanıtlaSil
  2. Eğer işe bu noktadan bakarsanız haklısınız. ancak şöyle bir sorun car ki; aşağıdaki yeşillik alan da belediye eliyle özel olarak şekillendirilmiş; yani doğal taklidi yapan bir sahtekarlık örneği aslında.

    Aşağıya inmeye cesaret edememekten ziyade, şehrin doğallık kandırmacasını yutmaktansa, buz gibi plastiğini bile yeğlemek diyelim biz buna en iyisi...

    YanıtlaSil
  3. Şiir gibi... Harika. “Keşke” diyorum, “Gitsem kimseciklerin olmadığı bir dağ başına, kendime orada bir hayat kursam. Ne yetişirse topraktan onu yesem, toprağı daha fazlası için zorlamadan. Doğduğum günden beri bağımlısı olduğum bütün hayatı ardımda bıraksam; giyinmesem, konuşmasam...” Ama en çok konuşmasam.

    YanıtlaSil